“Yeniden Düşünürken” ve Bizim Köyün Çocuğu

Meraklarımız algılarımızı geliştirir; algılarımız bilgimizin sınırlarını çizer; bilgilerimiz dilimizi zenginleştirir; dilimiz düşüncelerimizi ve değerlerimizi olgunlaştırır; değerlerimiz olay ve olgulara karşı tepkilerimizin, yani davranışlarımızın sınırlarını belirler. Değinilen evrensel adımlar insanları yaratmak istedikleri sonuca götüren “yol haritalarını” çizer. Bu yol, ” uzun ve incedir” ama kendine özgü rutininden de çok sapmalar yapmaz. Yollarında bilerek yürüyenler değerler ve kaynaklarının farkında olduklarından “uygarlık” dediğimiz birikimin, bilincin, bakış açısının, beklentilerin, buluşların ve bereketin yaratıcısı ve geliştirici olurlar. Bir insan çabasını değerlendirirken, insanlığı zenginleştiren temel özün ölçülerini kullanmamız gerekir; soyut, ölçü koymadan ve gerekçe söylemeden yapılan değerlendirmeler değer üretemediği gibi, anlamlı da olamaz…

Babamın yerleşik bir toplum olan atalarından miras aldığı, bana miras olarak bıraktığı, ilke kıvamındaki öğütlerinden biri “Ev danasından öküz olmaz!” sözüdür. Karadeniz’in yüksek yaylalarında yaşayanlar, aynı sözü ” Ev tosunundan öküz olmaz!” diye bir nesilden ötekine aktarır.

Adı Peter değilse…

Adı Johnson, Peter, Gery, Edward, Victor olan, bize “guru” olarak tanıtılan nicelerinin yazdıklarını büyük bir merakla okumuş, anlattıkların dinlemişizdir. Çoğumuz, başlangıçta söylenenlere ve yazılanlara karşı zihnimizde tortulanmış ön yargıların tuzağına düşmemek için özel çaba harcamışızdır. Kitap okunup bittikten, altını çizdiklerimizin bir dökümünü yaptıktan sonra, olabildiğince nesnel olmaya çaba göstererek genellemeler yaptığımızda, anlatımız arasında şöyle bir cümle de vardır: “Abartıldığı kadar yeni şey söylenmiyor!”

İçimizden biri çıkar da, dünyada olup bitenleri anlamaya çalışır; zamana kıyar, kendini kağıt ve kalem arasına sıkıştırır; düşüncelerini yazarsa, o bizim evin çocuğu olduğu için yabancıların söylediklerine gösterdiğimiz ilgiyi ve özeni kendisinden esirgeriz. O evimizde yetiştiği için “guru” olma hakkına sahip değilmiş gibi, kasaba kültürü algısının tuzağına düşeriz. Bu topraklarda, kendimizden olanı küçümseme eğilimi hem yaygındır; hem de tedavisi güç olan hastalıklarımızdan biridir.
Zülfü Dicleli’nin ” Dünyayı Anlamak ve Değiştirmek Üzerine Yeniden Düşünürken” adlı kitabını okuduktan sonra önemli bulduğum noktaların listesini yaptım. Oldukça geniş olan ilgi alanımın kapsamındaki hangi konulara değindiğini, hangilerine değinmediğini kavramak için bir süre ara verdikten sonra dingin bir ortamda aldığım notları tekrar gözden geçirdim. Japon, Amerikalı, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden, Hintli ya da Singapurlu düşünce insanlarının yazdıklarından eksiği olmayan bir düşünme gayreti ve düzeyi buldum. Üstüne üstlük bizim topraklarımızda yetişmiş, siyasi kavgalarımızın içinde olmuş, “demir kapı, kör pencere” arkasında hayatı anlamış, kültürel önyargılarımızın çile duvarlarına çarpmış, yerleşik doğrularımızın yarattığı karanlık dünyaların israf ettiği insanlarımızla birlikte savaşım vermiş dokusu bizden, kokusu bizden birinin emeğinin sıcaklığını hissettim.

Tercüme kültürden, kendi kültürümüze dönüş

Kitapta geniş bir merak alanında çok farklı sorunlara değiniliyor: “Dünyayı yeniden icat etmek gerekiyor” diye bizi uyarıyor; Sanayi Toplumu aşamasından Bilgi Toplumu aşamasına geçiş sürecinin yarattığı eğilimleri irdeliyor… Göçlerin ve kentleşmenin gündemimize koyduğu sorunları değerlendiriyor. Başta ulus-devlet algısındaki değişme olmak üzere en üst düzeyden en küçük ayrıntıya örgütlenme yapısındaki çözülme ve yeniden örülmenin etkilerini tartışıyor. Teknolojik değişmelerin yarattığı sıçramaları, orta sınıfın tüketici değer, beklenti ve davranışları üzerine etkilerini, bireysel planda ve sistem bağlamında gündemin önemli sorunlarını teker teker ele alarak kendi bakış açısından çözümleme yapıyor; olası gelişmeler hakkında öngörülerini sıralıyor.

Kitap, üretim-odaklı anlayışın önemi, önce üretme sonra paylaşma algısına geçmenin gerekliliği, cemaatleşme eğilimi, ekonomide güç odağı değişmesi vb. gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerde tartışılan sorunların birçoğuna ilişkin değişik açılardan değerlendirmelerle dolu…

Zülfü Dicleli bilgi hazinemize yeni değerler ekliyor: “Bilgileşmeyi, bilgeleşmeyle tamamlamanın” ne denli önemli bir zenginlik üretme kaynağı olduğunu anlatmaya, kanıtlamaya, bizleri bu yeni oluşumla tanıştırmaya çabalıyor.

Durup, düşündüm: Zülfü Dicleli’nin analizlerinin L. Thomas Friedman’dan, Paul Kruger’den, Ferid Zekeriya’dan, Martin Wolf’dan ve diğerlerinden bir farkı var mı? Zihnimin derinliklerinden gelen ses “yok” diyordu. O zaman aklımın şeytanı dörttü: “Başkalarının gurularına gösterdiğimiz ilginin birazını da kendi içimizden yetişmiş insanlara gösterelim” dedi. Ve ekledi, ” Belki o zaman son 250 yıldır sorunlarımızı çözdüğünü söyleyemeyeceğiz ‘tercüme kültürden’, kendi kültürümüze” dönüş yapabiliriz.”

Rüştü Bozkurt, 23.08.2012

Kaynak: Buzdağının Dibi / Dünya Gazetesi

Dans Ayakkabılarını Beyaz Yakalıya Giydirmeye Ne Dersin?

İstanbul Üniversitesi İşletme son sınıf öğrencisi bir okurumuzdan, 7. baskısı Mayıs 2012’de yayınlanan, İlham Süheyl Aygül’ün Beyaz Yakalının Seyir Defteri isimli kitabı üzerine…

***

Beyaz  bir  martıyım  ben… Gökyüzünün  mavi, duru  saflığının  içinde. Bulutların  arasında  dolaşan. Her  kanat  çırpışımda  ayrı  bir  özgürlük, mutluluk… Adalara  yol  alan  insanların  attıkları  simit  kırıntıları  ile  karnını  doyuran  bir  martıyım ben. Kimi  zaman orada, kimi  zaman  bir  çatı  üstünde, kimi  zaman da  pencere  önünde. “Özgürlük”…  Beni  ben  yapan  tek  şey… Kanatlarımı  çırptığım  her saniye  düşündüğüm  tek  neden.

Bu  kitabı  bitirdiğimde  kendime  bir soru  sordum? Gökyüzündeki bir martı  olabilmek mi? Bizim evimizdeki, kafesin  içine  hapsedilmiş  kuşumuz  ‘’Nar’’  mı? Bulutları  seçtim  öyleyse. Mutluluğu  seçtim. Yıldızlara, güneşe, aya  yakın  olmayı  seçtim. Beni  mutlu eden  şeyleri  seçtim.

İlham  Süheyl, güzel  anlatmış. Bir  insanın  iyi  bir  konuma  gelene  kadar (kendine göre) geçmesi gereken  önemli, zorlu  yolları. Aslında  kendine  sorduğun  soruları  sen  sormadan  anlatmış. Sermiş  yılların  tecrübesini  gözler  önüne. En  güzel  elma  şekerimi  yedim  ve  tadına  doyamadım  ben? Farkındalığa  ulaştım.

Çaylaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, bilgelik. Çaylaklık  iş  hayatına  merhaba  der  gibi. Çıraklık  kısmında  farkında  değilsin  bazı  şeylerin, zorundalık  gibi. Bir şeyi  yapıyorsun  ama  ‘’nedensiz’’ gibi. Yapmak  için  yapar  gibi. Kalfalık  artık  ne  istediğine  karar  vermiş  gibi. Ustalık  bunu  en  iyi şekilde  işler  gibi. Bilgelik, daha  gideceğin  yollar  var  ama doruklardasın  der  gibi. Bunlar  yaşanırken  mutlu musun  sorusu  neye  cevap  verir  gibi  peki?

Tereddüt  durumları  olduysa  doğru  yerde  değiliz,  dön  geri ya da boşver  bırak her şeyi. Hırsları, kariyeri  aklına ne geliyorsa  koy  bir  poşetin  içine  at her şeyi. Bunları  öğrendim  ben. Hırslarımın  kurbanı  olmamayı!

Dans  ayakkabılarım. Onları  giydiğimde  ve  dans  ettiğimde  yaşadığım, her şeyi  unuttuğum,  bulutların   üstünde  olduğum  o anı  iş yaşamında da  yaşamak  istediğimi  öğrendim  ben. Gerçekten  istediğim  için  o  dans  pistinde  olmalıyım  demeyi  öğrendim  ben. Mutsuz  bir beyaz  yakalı  olmaktansa,  her  gün  çiçeklerinin  kokusuyla  hayat  bulan  bir  çiçekçi  olmayı  öğrendim  ben. Başkalarının  ne  dediklerini  tınlamadan kalbinin  sesiyle  zirveye  ilerlemeyi  umut  etmeyi  öğrendim  ben. Ama  bunları  yaparken  aile, sevgili, dost, arkadaş  olmadan  taş, toprak  demeden  sürüklenip  düşmeyi  öğrendim  ben.

İnsanları  tanımak önemli. Bulunduğun  altından  koltuk  ne  derece  değerli  tartışılır  ama  insanların  dünyasına  girebilmek, onları  anlayabilmek  şüphesiz  ön  sıralarda  İlham Süheyl için bu kitapta. Beyaz  yakalı  olabilmek  zor  değil. Zor  olan  kendini  her   daim  koruyabilmek, kendin  olabilmek, kendi  değerlerinden  vazgeçmemek. Böyle  olduğu  zaman  al  uçurtmayı  eline. Rüzgarda bulursun  yolunu  nasıl  olsa. İstediğin  yönde  savrulursun  korkusuzca…

‘’Beyaz  yakalılara tepki’’. Bir şeyleri  değiştirmek  ister  gibi… Dön  bir  arkana  bak  der  gibi… İsyan  eder  gibi… İlham   Süheyl  gitmiş  özgürlüğünün  peşinden. “Şövalye ruhunu”  kullanmış  belki  de… Gözlerini  aç   bak  etrafına  demiş  cümlelerine  gizlediği  anlamlarda. Bir gün  mutlu olamazsam  bir  yerlerde, hayallerimden  uzaklaşırsam “Her son  yeni  bir başlangıç” düşüncesiyle  hareket ederim  kim  bilir? Tıpkı  sizin gibi… Son  veda  yazınızda  anlattığınız  gibi.

Pastada  her  şeyden  biraz  olmalı  bence. Yaparken  sevgini  katmalısın  ama  beceri, yapma  isteği  olmadan  da  lezzetine  doyamadığın  çikolatalı pasta  yemek  zor  olmalı! Dozunda  ayarlamalısın  her şeyi. İş hayatında  da   güzel  bir  pasta  elde  edersin  böylece.

Sözlerime  son  vermek  isterken  üçüncü  kitabınızı heyecanla  bekliyorum. Umarım  ben de  bir  gün  şövalye  ruhunuza  sahip  olurum  iş hayatımda.

Gökyüzündeki  bulutlar  arasında  uçuşan  beyaz  bir   uçurtma  olmak  dileğiyle!